Hafriyat olarak ortak noktamız, kent ressamlığıdır. Kente dair imgeler, bireysel olarak tecrübe ettiğimiz anlar ve anılardır. Bunlar sayesinde seyircinin ve toplumun belleği ile iletişim kurabilmekteyiz. Sanat tarafından aşağılandığı ya da yanlış bulunduğu için bakılmayan ve görüş alanının dışında tutulan konulara, mekânlara ve izlere çevirdik bakışlarımızı. Sanatın kendi kendisini yüceltmesi, ışık saçtığı kadar körleşmelere de neden olmaktadır. Bu anlamda Hafriyat, Türk Sanatı’nın ötelediği “gündelik” gerçeklikleri temalaştırması ve atölyelerin nezih ortamından sokağa çıkışıyla, bir “alt kültür” hareketi oldu. Güzel renkleri için boyanan gecekondular yerine, daha içeriden bir bakışa niyetlendik – kaldı ki sokak, bir gecekondu sembolüne indirgenemeyecek kadar karmaşıktır ve çeşitlenmiştir. Bunun için, var olması gerekenle değil de, varolanla ilgilendik. Buluş değil, keşif peşindeyiz. Tıpkı kalabalıkların içinde dolaşan “aylak” gibi, kayıp oyuncakları, ganimetlerimizmiş gibi sokaklardan toplayarak ortaya çıkardığımız sergiler açıyoruz.
Kente bakış sadece bir konu sorunu değildir, bir doku ve duygudur da. Kentin yaşam hızı, bir televizyon zapçısının tüketim hızı ile eşdeğerdir. Fragmanlaşan hayatta olaylar sindirilmeden es geçilebilmektedir. Hafriyat’ın “an’a” dair bakışı, konunun dışında bu hızı da imlemektedir. Kentin içinde eskinin yerine yeninin geçişini ve sürekli tacizini görmekteyiz. Yeninin şık albenisi ve görkemi, çevresi ile ilişkisi algılandığında ortaya çıkan “ikilik” trajiktir. Yeninin zaten taklit oluşu ve derme çatmalığı, bizde yeninin şimdiden eskimiş ve yıpranmışlığa dair bir imge oluşturur. Şehircilik planları, mimari düzenlemeler, derme çatma eklemeler, sürekli yamalanan binalar ve bitmeyen hafriyat çalışmaları, montajcı sanayimizin, yap-takçı zihniyetimizin göstergesidir. Kent modernin mekânıdır ve Hafriyat Türkiye’deki modernleşmenin izlerini sürmektedir. Bundan dolayı işlerimizi bu yamuk geometri, hızın eşiğindeki değişim ve tamamlanmamışlık üzerine kurduk. Şık bir üslupçuluk yerine dağınık, yamalı ama daha içerden bir tavrı olgunlaştırmaya çalışıyoruz.
Işık ve renk ise bu coğrafyaya dair bir anlatım biçiminin olabilirliği üzerine düşünmemizin doğal sonucudur. Fotoğraf öncelikle belgeleyici bir araçtır. An’ı ortak belleğimizin arşivlerini oluşturacak şekilde dondurur. Esasında, fotoğrafın kaydettiği, biçim değil, ışıktır. Sinemadan başlayarak, çağın teknolojisinin bu fotoğrafik görüntünün üzerine yapılandığına dikkat ederek, çağın ikonaları olan TV ve bilgisayarların kendi başlarına ışık kaynağı nesneler olduklarını söyleyebiliriz. Yapay teknolojik ışık yanılsamasının izlerini Hafriyat resimlerinde bulmak mümkündür. Bu Cezanne’cı yaklaşımın kurguladığı, resmin astarına giden derinliğin, resmin boyalı yüzeyini tuvalin önüne itmesiyle benzerlik kuran, Şeker Ahmet Paşa’nın fotoğrafa bakarak boyadığı peyzajlara da yakın olan bir tavırdır. Işığı resmin içerisinden geliyormuş gibi, sanki resmin kendisi ışık kaynağıymış gibi gösteren bir yanılsamadır bu.
Gerçeğin yüceltilmesi, gerçekçiliğin özüdür. Ben böyle bir yüceltmenin peşinde değilim. Gerçeklik birçok sanatçı için referans noktasıdır. Kimisi ondan kaçar, inkâr eder, kimisi de asıl gerçek budur diyerek sanatı salt bir yalınlaştırma olarak algılar ve öyle sunar. Aklı ya da özneyi sanat için tek gerçek kılar. Gerçeğin ne olduğuna dair sadece sanatçıların değil, herkesin bir fikri vardır. Günümüzde gerçek ile yanılsama birbirine karışmıştır.Yanılsama gerçeklik olarak algılanırken, gerçeklik ise yanılsama olarak sunulmaktadır. Boyadığımız resimlerin gerçek değil de sadece resim olduklarının farkındayım. Gündelik hayat görüntülerini ortak bellekte paylaştığımız alan sosyaldir ve kültüre dairdir. Kullandığım gazete fotoları her gün paylaşılan, yeri geldiğinde ambalaj kâğıdı olan ortak nesnelerdir. Belleğimizi oluşturan bu belgeler, gündelik olanın göstergesidir. Bu göstergelere karşı tepki otomatikleşir, çünkü gerçeği kışkırtırlar. Seyircinin uyarılan belleğinde, bu gerçeklik, gerçekçiliğe dönüşür. Bu, sosyal gerçekliğe bakmanın doğal sonucudur. Aslında, çağımızın sosyal gerçekliğini, kapitalist gerçeklik olarak da adlandırabiliriz. Çoğu kitle sanatı gibi, günümüz sanatının da Kültür Endüstrisi denen iletişim mekanizmasının kapsamında olduğunu söyleyebiliriz. Bu mekanizma, iletişim adı etrafında “popülist faydacılık” üzerine kurgulanmıştır. Gerçeklik ne kadar fragmanlaşırsa o kadar kolay tüketilir ve sonuçta gerçekliğe olan inanç ve gerçeklik bilinci yitirilir. Hayat karşısında sorusunu yitiren kişiyi, ne kadar “mal” tüketirse o kadar kişi olduğuna da inandırmak kolaylaşır. Sosyal şizofreni hayatı kuşatır. Böylesi gerçekliğe benim bakışım şüphecidir. Kuşkuculuk, gerçekliğe bakış tavrıdır.
İkiliklerin sergilenmesi üzerine yönelen bakışın, içinde mizahı barındırması doğaldır. Mizah zaten bu ikiliklerden beslenir. Karikatüre karşı duyduğum ilgi, karikatür ve çizgi romanla çocukluğumdan beri kurduğum yakınlıktandır. Resim sanatını onların vasıtası ile tanımış olmamdandır. Ama daha önemlisi, bu sanatın Türkiye’de en çok izlenen görsel sanat dili olmasından kaynaklanır. En gerçek alt kültür tavrıdır karikatür. Baskıcı toplumlarda, toplumu sıktıkça havanın kaçtığı yer, hiciv olmuştur. Türkiye’de de bu alanda hatırı sayılır külliyat vardır. Hiciv, doğası gereği kendini durum komedisinden ayırtır ve eleştirel bir tavır içerisine girer. Hayata dair tecrübeyi nefis’te de sürdürmek gerekir. Sanatın işi çözüm üretmek değil, çözümü hayatın mühendislerine bırakalım. Globalleşmiş dünyada modernizmin tamamlanmamış ya da başarısız olmuş projesinin izlerini sürmek mümkündür. Bu anlamda günümüz sanatının sosyoloji ile olan flörtünden bahsedebiliriz. Sanatçı kişiliğin ise starlar gibi “izlenen kişi” olma ideali yerine, “izleyen kişi” kimliğini yeğlemesi üzerine düşünülmelidir.
Tanzimat Fermanı’ndan (1839) bu yana hakikatte olan devamsızlığın nasıl bir zihniyet ve iç insan buhranına yol açtığından bahseden Ahmet Hamdi Tanpınar, 1951 yılında şöyle yazmış:
“Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.”
Hakan Gürsoytrak
Yalan Dünya sergi katalogu için yazılmıştır. 2004